ortada, yorucu bir günün sonunda kapıdan girer girmez kendinizi bırakabileceğiniz mesafeye
yerleştirilmiş, âdâbı bozmadan iki kişinin rahat rahat oturabileceği genişlikte uzun bir koltuk,
biz diğer eşyaları anlatmaya başlamadan evvel gelip gözümüzün içine giriyor, gözünüzün içine ve
oradan zamana nüfuz eden anılarla birlikte salt çocukluğunuza indiriyordu sizi.
evet koltuk!
çift kişilik ve kenarları varaklı... bu mesafeden sadece tahmin edebileceğimiz üzre kadife, açık
kahverengi olması ahşap varaklarıyla uyumlu, üç siyah minderiyle daha bir koyu...
koltuğun yanında bir sehpa duruyor, küçük, yine eskimiş, yer yer çeşitli kazalar sonucu aldığı
darbelerle cilası atmış, kırılma nedeniyle tamir görmüş mazi teferruatı müptezel zamanın
bekçiliğini yapıyor, durağanlığın eşyaya verdiği yakut sessizliği haykırıyordu.
derken altından bir kedi geçiyordu.
şimdi, burada, şaşkın şaşkın etrafınıza, arkanıza bakınıp, deminki üç kediden biridir herhalde
diye aranırken siz, ben, size, bu sehpa kedisinin hikayesini anlatayım. siz bu sırada meraklı
bakışlarınızı, biraz önce gördüğünüz kedi hayalini gerçeğe dönüştürmek üzere etrafta
gezdirebilirsiniz.
salonun girişinde durduğunuzda koltuk karşınızda vitrin sağ tarafınızda kalıyor, içinde zayıf
ışıkta parlayan tabaklar, mumluklar, dantellerin üzerinde duran kahve fincanları, üzerinde,
kucağına dik dik ve büyük bir dikkatle objektife bakan tekir, pofuduk bir kedinin yayıldığı,
gözünde tekli gözlük camı, siyah bir ceketle, bıyıklı, orta yaşlı bir adamın oturduğu sandalye
görünen, eski, saphiya bir fotoğrafın gümüş işlemeli çerçevesi, birkaç ince ve eski kitap, bez
bir çantayla muhafaza edilmiş aile albümü olması muhtemel kalın bir cilt ve daha bir iki şey
koltuğun yarattığı rehaveti alıyor, karanlığın içinde ışıldayan maziye akıtılmış gözyaşlarına benziyordu.
tam karşınızda salona bu alaca karanlığı veren geniş camlarda perdeler oynaşıyor, pencereye
dayanmış bir sonraki dalgalanmalarının hesabını yaparken rüzgar yüzünüzü hafif yalımlayarak sizi
serinlik içinde bırakıyor, aralık pencerelerden odaya kendine has sakinliğiyle dalgın dalgın
sallanıyordu.
solunuzda küçük, belinizin üstüne, üstüne üstüne belki göğüs hizanıza gelecek yükseklikte bir
kütüphane duruyor, içinde gündelik okuma için ayrılmış değişik renk ve ebatta kitaplar, dergiler,
hatta gazeteler bulunuyordu.
ve hatta ve hatta!
sol çaprazınızda altı kişilik meşe yemek masası etrafında dört adet sandalye, bir nizam içinde
olamaktan ziyade dağınık intizama uyuyor, bu halleriyle eve daha bir sıcaklık veriyor,masanın
üzerinde ileriye doğru sıyrılmış naylon örtünün, tam siz bu sıyrıklığı yine ev sıcaklığına
adlederken üzerine bir kedi zıplıyor, zıplıyor ve daha da sıyırarak zamanı boşa harcamanın
verdiği telaşla aşağı atlayıp gözden kayboluyordu. Belli ki bu naylon kırıştırılabilir yüzeydeki
doku pek hoşuna gitmemiş, bu dokuyla gerçekleşen yarım yamalak temastan varlığının kazanamadığı
ivme sonrasında hissettiği derindeki meşe sertliği, çabaları karşısındaki eylemsizliği,
kendisinde hoş olmayan hisler uyandırmış, tam olarak anlayamadığı bu soğukluğu haliyle naylon
örtünün yüzeysel, müphem solukluğuna vererek boş, faydasız işlerle uğraştığını düşünüp, onu bu
noktaya getiren rastlantısal sıçramanın içinde yarattığı baskı yok olmadan, bu anlamsızlıktan
kurtarmaya çalışarak kendisini tanıdık bildik halı kaplı yüzeyin güvenli monotonluğuna
bırakmıştı.
ne tuhaftır ne tuhaf mahlukatın halleri?
size verdiği ev sıcaklığıyla örtünün dağınıklığı, sandalyelerin düzensiz çevrelediği masa,
koltuğun rahatlığı, vitrinin koyu karanlığında parlayan eşyanın durağanlığı, dalgalanan
perdelerle rüzgarın serinliği, gevşemiş, dalgın, sallanan mâzide barındırdığı anıların zihne
yansıyan ağırlığıyla büyük, vakur, eşsiz zaman...
saymakla bitmiyor ki.
23 Eylül 2013 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)