27 Aralık 2013 Cuma

bir kadın



bir kadın soyunmuştur sayfa sayfa kendine
soğuk mermer sütanlar arasında bir yerde
durur antik zamanı süsleyen bakışlarla

teni tenine çizer duygular atlasında
görünüşe bulanmış ülke kapılarını
bakarak kazanılan hançer savaşlarının

bir kadın bir adama kendinden daha yakın
dalları arasında gümüşî aydınlığın
kararmış tomurcuğu filizlenir göğsünde

bir bahçe büyür gider, büyür gider böylece

bir bahçe büyür gider birinden öbürüne
bir bahçe ki gündüzün parlak ışıklarıyla
ördüğü çiçekleri katıp katıp önüne

26 Aralık 2013 Perşembe

birileri



birisinin gözleri yeşil yeşil
nasıl parlıyor ışıl ışıl
döner durur olgunlaşır
aklı seni beni aşar

birisinin boynunda inci inci
parlıyor kolyesi cici cici
anlamaz ki hali nice
yalnızlıkta hep birinci

birisinin yüzüne beyaz beyaz
sanki erken vurmuş ayaz
hatırında ince bir kız
yanakları yıldız yıldız

birisini için için
kemiriyor derdi hiç’in
belki de en büyük suçun
hesabında dördün üçün

birisinin yüzü yara
bakışları gözü kara
kalbinde bir eski yâre
ilerliyor yara yara

biri gider yale yale
kendini verip yele
tepesinde bir de hâle
koynunda durur mu lâle?

birisinin gürül gürül
bahçesinde harıl harıl
sessizliği sanki bir gül
gibi büyütüyor bülbül

21 Aralık 2013 Cumartesi

ayva ağacı



arka bahçemizdeki küçük ayva ağacı
bahçedeki sonsuzluk ülkemin küçük tâcı


eğilirdi gövdesi, tutmak istermiş gibi
günden güne kaybolan çocukluğu içimde
sarı, turuncu, yeşil, bilinen her biçimde
yaprakla kaplanırdı sonbaharlarda dibi

güneş ince dalları arasında oynaşır
her sene üç beş iri meyve olgunlaşırdı
bir sabah “meyveleri komşu oğlu aşırdı
demişti annem “sen de onun topunu aşır

çocuktuk kin gütmezdik, sürmezdi bir oyunca
dargınlık. unuturduk. komşu çocuklarıyla
kahkahamız, yükselir vızıldayan arıyla
yarışırdı sokaklar, şen sokaklar boyunca

-sokakları ilerde uzunca anlatırım-

inerdim yanındaki merdivenden koşarak
evimizin ardında uzanan bahçemize
şimdi ıssız, ağaçsız, çocuksuz bıraktığım

dünyanın sonuna dek uzanır anılarda
sudan daha serindir, kökleri daha uzun
ağır ağır gecenin düşer omuzlarına

-”anılarda”, “da” ayrı olacaktı, çok pardon-

15 Aralık 2013 Pazar

incir ağacı



bir incir ağacıdır iner çocukluğunca
yaprakları kiremit solmuş çatılarından
güneşli öğlenlerin türküsü mırıldanan
gövdesinde çatlaklar açar boylu boyunca

bir incir ağacıdır, süt sızar budakları
bir zaman karardı mı bir çocuk gölgesinde
masalımsı ırkların iniltili sesinde
damar damar yollara bükülür dudakları

kökleri kavuşuyor inerken sonsuzuna
tenhasında gizlenmiş gölge oyunlarının
büyünün ötesinde sözcüklerden yapılı

tatlılığı her dilde meyvelerine vuran
bir incir ağacıdır, sessiz, yalın, çağıldar
güneşin pençesinde kıvranan çatılardan

Dere



neşesiyle salınır
köpükleri derenin
kıyısına serenin
kaygıları alınır

sesi ince incedir
sazların arasında
gecenin karasında
uğraşı kendincedir

insan hemen kurtulur
karanlıklar ininden
keder, öfke, kininden
sevdasına tutunur

çağıl çağıl bir sudur
zaman da sonsuz, akan...
ama insanı yakan
gelecek korkusudur

Yürüyüş



ıssız patikasında yürüdüm bu hayatın
ağzımın kenarında saman çöpü türküler
dağlarla ovaları kaldırıp birer birer
terkisine oturttum arkamdan gelen atın

yürüdüm güneşli bir ikindi avlusuna
zamanın unutulmuş toprakları üstünde
geceleri ne keder, ne mutsuz bir düşünce
girebildi ruhumun büyülü uykusuna

yürüdüm adım adım, yollarda fısıldadım
kurak tarlalarında çatlakların içine
tohumlu duasını yağmur tanrılarının

ne zaman kapadıysam gözlerimi kuşlardan
kanatlar düşüyordu karanlık tepelere
yürüdüm ışıl ışıl, yürüdüm yokuşlardan

12 Aralık 2013 Perşembe

rüya


çağırınca gelemez her zaman burda olan
aynanın arkasında görünmeyen sırdadır
sedefli kutusunda durur usulca solan
yaprakları zamandan şiirin üç dört satır


yeşil gözlerindedir haykırışı çocuğun
kaybettiği yarını dönüp dönüp arayan
batık hazineleri peşinde giden korsan
aza tamah etmeyle edinilen çokluğun

yaşar yine içinde yıkılmış geleceğin
günlerine kaleler saraylar mevsimini
haykırsa oluşturur kasırgası kendini
anısına sığınmış sessizce esen yelin

zamanın kuşlarıyla uyuyan bu şairin
kalbi teğet geçiyor gömülü aşklarını
ilk yazına vurulmuş yaban mersinlerinin

şimdi kalksa denizler uğurlar gemilerle
dalgasına anlamsız salınan gelgitlerin
yosunlu rüyasından sızan güzellikleri

uyan



uyan! diyor yukardan
gençliğine bakan
-bembeyaz kardan-
uyan! geliyor kan!

bir kartalın delişmen
usturalı çığlığı
altında çatırdayan
çatılarından uyan!

bak tahta kapısından
berrak göğüne yarının
yıldızsız parıldayan
ışıklı aynaların

kendini zirvesinden
eteklerine bırak
ceylanlı bir esinden
yeşil ovalara ak

nehirler deltasında
parçalansın denizle
uçsuz kafatasında
akan yolları izle

uyan! önün arkan
sağın solun gebe
rahimden sızıyor kan
yeniyi doğuran ebe





4 Aralık 2013 Çarşamba

elde ne varsa




şimdiye dair elde ne varsa
zamanın sürgününde uyanan
çocukluktaki o boş arsa
sokaklar, lâmbaları yanan

ne varsa toplayıp getir
ne kaldıysa geçmişinden
ağlamalar, gülmeler, kibir
hatırında uykulu bir öğlen...

yaz kırgınlığına bozgun günlerin
unutmadan üzerlerine bir bir
yitik evlerine gölgeliklerin

getir! dök! elde ne varsa
ör şiirini, sevda boş arsa
zaman sonsuz bir duvarsa

Bilmem



ben de sevdim bakıra çalarken
akşamın şarkısı ağaç tepelerinden
yürüdüğünde mavi göğüne
çocukluk hayallerimin

öyleydi evet, otların yeşilinde
sırtımdaki serinlik kesinlikle
yıldızların güzelliği

sevmişimdir elbet, suda taş sekerken
martı sıcaklığı mıdır bilmem
kalbimdeki çarpıntısı güneşin
yoksa sarı bir çığlık mıdır, sap sarı
yazın ortasına düşen?

anlamam bu işlerden.

aklım karışır yağmur
toprağa değdiğinde.

bilmem sonra rüzgârın
yaprakla derdi ne

mevsimler nerden gelir
nereye gider kuşlar
hele şu insanlardaki
insanlardaki bakışlar...

MERDİVENLER


                       eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak...


merdivenini çıkmak basamak
basamak uğultulu günlerin
etrafı örtülü bir yerin
esrikliğinde yaşamak...

nerde o coşkun dere!
nerde o büyülü ırmak!
usulca düşen yaprak
sonsuza yüz bin kere?

gündüzün aydınlığı
söyleyin nerelerde?

söyleyin, dağlarından
eksilmeyen kar;
denizin nereye akar
balıklar ağlarından?

söyleyin! söyle! nasıl
neşesi bir ânın
içinde insanın
kayboluyor asıl?

28 Kasım 2013 Perşembe

Excelsior


Henry Wadsworth Longfellow (1841)
Thomas R. Lounsbury, ed. (1838–1915). Yale Book of American Verse.  1912.


The shades of night were falling fast,
As through an Alpine village passed
A youth, who bore, 'mid snow and ice,
A banner with the strange device,
      Excelsior!

His brow was sad; his eye beneath,
Flashed like a falchion from its sheath,
And like a silver clarion rung
The accents of that unknown tongue,
      Excelsior!

In happy homes he saw the light
Of household fires gleam warm and bright;
Above, the spectral glaciers shone,
And from his lips escaped a groan,
      Excelsior!

"Try not the Pass!" the old man said;
"Dark lowers the tempest overhead,
The roaring torrent is deep and wide!"
And loud that clarion voice replied,
      Excelsior!

"Oh stay," the maiden said, "and rest
Thy weary head upon this breast! "
A tear stood in his bright blue eye,
But still he answered, with a sigh,
      Excelsior!

"Beware the pine-tree's withered branch!
Beware the awful avalanche!"
This was the peasant's last Good-night,
A voice replied, far up the height,
      Excelsior!

At break of day, as heavenward
The pious monks of Saint Bernard
Uttered the oft-repeated prayer,
A voice cried through the startled air,
      Excelsior!

A traveller, by the faithful hound,
Half-buried in the snow was found,
Still grasping in his hand of ice
That banner with the strange device,
      Excelsior!

There in the twilight cold and gray,
Lifeless, but beautiful, he lay,
And from the sky, serene and far,
A voice fell like a falling star,
      Excelsior! 

24 Kasım 2013 Pazar

Akşam Demi



çaycı getir akşamın deminden
hatıratın hüznün yeminden
alıp getir yedi eminden

karıştır zamanı erisin ânlar
akşam şehrinde dumanlar...

13 Kasım 2013 Çarşamba

Kartal


vaktiyle çıkıp şimdi gelen söz
dağlardan o yüksek kayalardan
bir kartala benzer uçuşuyla
aklımda uçan kartala bir an

gözler gezer üstünde buluttan
görmez uçuşunda ne bir endam
dağlarda dururken yakarışlar
bilmez ne kahırdır ne büyük gam

bir kartal eğilmiş kanadıyla
rüzgârlı yamaçlardan her akşam
rüzgârları ak göğsüne vurmuş
gözlerdeki hüznü göğe çarpan

çığlıkları yükselse yarın da
masmavi göğünde şafağında
 
bir kartal eğilmiş kanadında

11 Kasım 2013 Pazartesi

Tophane'li İhsan Bey


Tophane'de İhsan Bey
doğrulur yatağından
gün daha doğrultmadan
yüreğinde hiçbir şey

bardak bardak doldurur
kendine demli çayın
keyfinde kara mayın
yalnızlıkları durur

ceketini geçirip
sakin çıkar evinden
yollar vurur derinden
boynuna kara bir ip

İhsan Bey orta yaşlı
bir sevdadan yontulmuş
her gün çıktığı yokuş
gönlünde kara kaşlı

ak gülüşlü yari var
jandarma namlusunda
kurşun durmaz usunda
çukurcuma'ya kadar

ağrıyordur her yanı
emekçidir sonuçta
ekmek bir aşk bir uçta
hükümet tek düşmanı

10 Kasım 2013 Pazar

Yolculuk - Charles Baudelaire / Kötülük Çiçekleri

























                                       Maxime Du Camp'a


I. 

Geniştir, kocamandır evren, iştahı kadar,
Resimlere sevdalı, düş kuran bir çocuğa.
Nice büyür, yandığı zaman, lâmbalar,
Anı'nın gözlerinde nice küçüktür dünya.

Geliyoruz, bir sabah, beyin alevle dolu,
Acı arzular ile, hınçla kabarmış yürek,
Yol alıyor gemimiz, dalgalarla uyumlu,
Suların sınırında sonsuzla salınarak.

Kimi tadında alçak yurdundan kurtulmanın;
Evlerden iğreniyor kimi doğuştan beri,
Tehlike kokan zalim Circé'nin, bir kadının
Gözlerinde kaybolmuş müneccim kimileri.

Hayvana dönüşmemek için hepsi esrikler,
Mekânla, kor göklerle, ışıkla sarmaş dolaş;
Isıran buz ve yakıp kavurucu güneşler
Siliyor öpüşlerin izini yavaş yavaş.

Gerçek yolcu yolculuk için sever yolları;
Kalpleri bir balondur usul usul yükselen,
Yolculuktur, yollardır, gurbettir yazgıları,
"Gidelim" der dururlar, nedenini bilmeden.

Arzuları oynaktır bulutun şekli gibi,
Topunu özleyen bir çaylak er'e benzerler,
İnsan ruhunun asla aslını bilmediği
Geniş,değişken, garip şehvetleri özlerler.


II.

Vals yapan bir topacı, zıplayan bir bilyeyi
Öykünüyoruz. Korkunç! ve uykularda bile,
Güneşi kamçılayan hırçın bir melek gibi,
Merak, yuvarlayarak, zulmediyor bizlere.

Garip! değiştiriyor hedef, hep, konumunu,
Belki hiçbir yerde yok, belki bir yerlerdedir!
İnsan usansa bile, usanmıyor umudu,
Esenliği arayıp koşturuyor nicedir!

Bir yelkenlidir ruh da, Adası'nı arıyor;
Bir ses, borda'dan diyor: "Gözünü dört aç, alık!"
Bir ses, ateşli, çılgın, direkten bağırıyor:
"Aşk, mutluluk, şan, şöhret!" Kahrolası kayalık!

Gözcünün haykırdığı her küçük ada sanki
Yazgı'nın vadettiği Eldorado oluyor;
Fırtınalar koparan düş gücümüz, yazık ki
Karşısında yalnızca kayalıklar buluyor.

Masal diyarlarının tutkunu, ey zavallı!
Seni, amerikalar keşfeden sarhoş tayfa,
Zincire mi vurmalı, denize mi atmalı?
İçimizi daha bir kararttın sanrılarla!

Bataklıkta yürürken, ışıklı cennetleri
Koklayan avare bir sersem bunak gibisin;
Mumun aydınlattığı her küçük kulubeyi
Capoue kenti sanıyor büyülenmiş gözlerin.


III.

Şaşırtıcı yolcular! nice soylu anıyı
Okuyoruz denizce derin gözlerinizde!
Açın belleğinizin altın kutularını,
Eterli takıları gösterin bizlere de.

Bir yolculuk yapalım, buharsız ve yelkensiz!
Bu sıkıcı zindanı biraz ışıtmak için,
Ufkun çerçevesine tuval gibi gerilmiş
Zihnimize, ne görüp geçirdiniz resmedin.

Deyin, neler gördünüz?


IV.

                     "Hayali yıldızlar gördük,
Hayli dalgalar gördük, hayli kumsallar, kumlar;
Umulmadık yıkımlar, çarpıcı şeyler gördük,
Yine de hep sıkıldık burda olduğu kadar.

Batan güneşteki o kentlerin saltanatı,
Güneşin saltanatı mor denizin üstünde,
Gönlümüzde endişe veren ateşler yaktı,
Dalmak istedik iştah kabartan tatlı göğe!

(Daha güçlenir arzu, zevk duyduğumuz zaman.
Zevkin gübrelediği arzu, ey yaşlı ağaç,
Kabuğun kalınlaşıp sertleşirken, yakından
Görmek ister güneşi dalların, ışığa aç!

Selviden ulu ağaç, nice büyüyeceksin?)
İşte böyle kardeşler, yine de, gelirken, biz,
Bazı şeyler derlerdik aç albümünüz için,
Çünkü uzaktan gelen her şeyi seversiniz!


Kamışlı putlar gördük, yıldızlı tahtlar gördük,
Tahtlar ki, üstlerinde ışıklı mücevherler,
Usta ellerden çıkma nice saraylar gördük,
Bankerleri hayali bile perişan eder;

Kadınların tırnağı, dişleri boyalıydı;
Esrikleştiriyordu gözümüzü giysiler;
Yılanın okşadığı uz hokkabazlar vardı"


V.

Daha, daha ne vardı?

                           "Ey çocuksu beyinler!

O temel sorunu hiç unutmayalım diye,
Merdivenin başından en son basamağa dek,
Ölümsüz günah vardı, her tarafta, her yerde,
Hep onun görüntüsü, tepeden tırnağa dek:

Kadın çirkef bir köle, onurlu, ama ahmak,
Gülmeden tapınıyor, iğrenmeden yakıyor,
Erkek, zorba, aç gözlü, katı, bilmiyor doymak,
Kölenin de kölesi, kuburlarda akıyor;

Haz duyan cellat gördük, kurban gördük hıçkıran,
Kokulu şölen gördük kan'ın mezelediği,
Erk'in zehrini gördük, zorbaları çıldırtan,
Halklar gördük, kırbaca tutkun deliler gibi.

Bir hayli dinler gördük, andıran bizimkini,
Hepsi merdiven kurmuş, göklere tırmanıyor,
Ermişlik, tüy döşekte yatan nazenin gibi,
Şehveti çivilerde, at kılında arıyor;

Dehasıyla kendinden geçmiş zevzek insanlık,
Yine, eskisi kadar deli, haykırıyordu,
Öfkeyle can verirken, Tanrı'ya, çığlık çığlık
Ey benzerim, efendim, lanet sana! diyordu.

Çılgınlığın âşığı daha az aptallarsa,
Yazgı'nın ağıllara kapattığı sürüyü
Terk edip sığınmıştı yüce, büyük afyona!
- işte, gördüklerimiz, küremizin öyküsü."


VII.


Yolculuktan bu acı bilgiyi edindik biz!
Tekdüze, küçük dünya insanın aynasıdır,
Bugün, dün, yarın, ve hep yansıttığı yüzümüz
Sıkıntı çölündeki bir dehşet vahasıdır!

Gitmek mi? gitmemek mi? Kalabiliyorsan kal;
Gitmen gerekirse git. Kimi koşar, kimi de,
Zaman denen düşmandan, pusudaki, ölümcül
Düşmanından sinerek çekilir köşesine.

Heyhat! bir de, o gezgin Yahudi ve azizler
Gibi hep koşanlar var, ne araba, ne gemi
Yeter onlara, hepsi, kaçıp terk etmek ister
Bir gladyatör kadar insafsız evlerini.

Zaman denen düşmanı yenebilenler de var,
Terk etmeye kalkmadan evini, ocağını.
Gün gelip, sırtımıza basınca o canavar,
Bize de "İleri" deyip tutacağız yolları,

Nasıl, atalarımız Çin'e gittiler ise,
Gözlerimiz enginde, saçlarımız rüzgârda,
Biz de açılacağız Karanlıklar Denizi'ne,
Genç bir yolcunun coşkun yüreği, kıvancıyla.

Kulak verin, dinleyin, ölümcül tatlı sesin
Söylediği şarkıyı: "Kokulu lotüsleri
Yemek isteyen sizler, koşun, buraya gelin!
Canınızın çektiği en kral meyveleri

Burada bulacaksınız; sonsuz uzayıp giden
Bir öğlen sonrasının tadıp eşsiz hazzını,
Coşku içinde, esrik, geçerek kendinizden,
Unutacaksınız şu akıp giden zamanı!"

Sesini, ruhlarımız, duyar duymaz tanıyor
Kollarını bizlere uzatan Pylade'ların.
"Serinlersin, Electra'ya doğru yüz!" diyor,
Bir zamanlar önünde diz çöktüğümüz kadın.


VIII.

Ey Ölüm, yaşlı kaptan, geri dönelim artık!
Sıkıldık bu ülkeden, demir alsın gemimiz!
Mürekkep gibi kara olsa da deniz ve gök,
Bilirsin, ışıl ışıl aydınlık yüreğimiz!

Boşalt zehrini Ölüm, ağzından güç alalım!
Ne gam! Cennetindeymiş, ya da Cehenneminde?
Beynimiz alev alev, uçuruma dalalım,
Yeniyi bulmak için bilinmez'in dibine!



Kaynak: Varlık Yayınları / Kötülük Çiçekleri - Charles Baudelaire
Türkçesi: Erdoğan Alkan