27 Temmuz 2007 Cuma

Kavaklıdere - Yakut

Açık pencereden nadiren esen rüzgâr pek de bir etkisi olmayan cılız bir serinlik taşıyordu. Akşamın verdiği alacakaranlıkta yanan lâmbaların aydınlattı perdelere takıldı gözü. Pencereler değişik renklere bürünmüştü. Kırmızı, gri, beyaz... Hiç birisinin de kendi rengi kalmamış kül rengine ya da vişneçürüğüne kaymıştı. Meşe ağacının yeşil yapraklarından da eser yoktu. Bütün renkler soluk bir bozluk içinde kayboluyordu. Tek saf kalan renk şarabın kırmızılığı olmalıydı ama oturduğu yerden ona şarap siyah görünüyordu.

Her şey izafı, mutluluk bile...

Kulağına apartman boşluğundan gelen kanat sesleri ilişti. Bir süre dinledi. Ses yok. Önceki hafta yavru bir güvercin bulmuştu bu boşlukta. Beş gün beslemiş ilgilenmişti. Sonra o da boşluktan yukarı uçarak ebeveyinlerine katılınca ev yine sessiz kendi halindeki tekdüzeliğine soyunmuştu. Kitap ya da benzeri şeyler de denemişti. Penguen alıp okumaya çalıştı. Komik şeyler vardi gerçekten ama çoğu zaman kendinde gülecek hal bulamamıştı.

Hava çok sıcaktı ve hiç bir şey için yeterince çaba göstermeye değmez diye düşünüyordu artık. Böyle düşünmesini gerektirecek ne olmuş olabilirdi ki hayatında? Bir süre de bunu düşündü ama öyle uzun boylu değil. Tekrar kendini hiçlikle kaynaşmış odasında kanepeye uzanmış gözlerini tavana dikmiş bir halde buluyordu.

Temmuz bitmek üzereydi, sonra sırada Ağustos vardı. Artık pek de önemi yoktu. Aralık bile gelebilirdi, umurunda olmazdı. Şuracıkta nefesi kesilse hık diye ölse yine umurunda olmazdı. Günlerin tekdüzeliğini dert edinmeyi de bi kenara ittikten sonra tek düzelikten de sıkılmamayı öğrenmişti.

Bir kadeh şarap daha koydu. Şişenin üzerine baktı. Üzerinde Kavaklıdere, Yakut yazıyordu. Bir ot gibi yaşayıp gitmek de pek onursuz sayılmazdı. Bir yudum aldı. Ağzında biraz çevirip gırtlağından aşağı yavaşça inmesine izin verdi. Şarap böyle içilir dedi kendi kendine. Evet bir ot kadar önemsiz ve bir çayır kadar tekdüze yaşamak ne onursuz ne de sıkıcı sayılırdı. Bir yudum daha aldı. Lakin mademki yaşıyorum, bu önemsiz vücudu ve işe yaramaz karakteri birşeyler için kullanayım bari dedi içinden. Kütüphaneye ilerledi. Raflardan birinden öylesine bir kitap çekti. Öylesine bir sayfasını açıp ortalardan bi'yerden okumaya başladı.

Bir yudum daha aldı. Kadehi neredeyse yarılamıştı. Bir ot kadar önemsiz ama mavi olabileceğine karar verdi.

26 Haziran 2007 Salı

Kavaklıdere, Amir Sultaniye

Tadında bırakta fayda var. Herşeyi tadında bırakmalı. Olduğu gibi kabul etmeli. Bulduğu gibi bırakmalı... Penceremi haziranın serin esintilerine araladım, yoksa haziran mı beni araladı? Bir ruhsal serinlik... Ne fark eder? Pencere aralık, kadeh dolu, bitmeyen sükûtun yıllanmış lezzeti dudaklarımda... Perdeleri açtım, perdeler kelimelerdi. Şimdi salt cam saydamlığında bir sessizlik kapladı içimi. Sessizlik, her şeyi en saf haliyle gösteren ayna. Bulutsuz gökyüzünde pike yapan bir kuş...

Söylenmemiş sözlerim var, söylemiyorum. Aralık pencereden odaya doluyorlar. Gidilmemiş yerler var. Hiç sevilmemiş kadınlar var. Ne güzel! Hala birşeyler var. Dışarıda, sokağın köşesinde ya da öteki sokağın ortasında. Hiç yaşanmamış hayatlar var. Verilmemiş isimler var, şimdi dudaklarımda, söylemediğim kelimeler var. Onun yerine bir ıslık tutturdum. Şimdi bir de sıgara yaktım. Söylemem, söylemeyeceğim. Hayatta söylemem. Sevdiğim kadınlar var. Aşık olduğum... Hepsine aşığım, hiç söylemem.


Bir kadeh sükùt daha, sonra dilim çözülür...

26 Mart 2007 Pazartesi

nergis ve lâle

şimdi bize kalan
anılardan bir demet nergis ve lâle
devşirmektir bu güne

sen doğan bir günün şafak yeri gibi
ağaran şimdi belleğime
düşlenmiş ve geçmiş
ve dip dibe
yeşeren iki gül fidesi
gibi örselenmişsek
bir bahar ve yaz


sen akla gelmeyince unutulan biraz
eski bir aşk olarak kalmayı seçince
ve bulutlar geçerken denizin üzerinden
ipeksi ve ince,
____________ ve martılardan az
senle geçen günlerimiz
sayıldıkça hep azalan biraz
bir bahardı ve yaz

aynalar gibi geçirgen
ve dağ başları kadar ayaz
_____________________ama bir araya gelince
durdurulmaz ve haylaz
bir sümbül sürgününde bahçe
kayboluyordur
____________ ve bence
aynalar yalan söylüyordur
bizi karşılarında görünce

sen ve ben ve gülşen-i râz

18 Mart 2007 Pazar

dört duvar

(şiir açık havada yazılmaz. Donmuş bir nehrin dip akıntısı gibi duvarların arasında görünmeden aktım.)

Oda dar geldiğinde neden gözlerimi aynaya kaydırıyorum. Bu bir yanılsama değil mi, insanın kendisine çıkış yolu araması? Sanki vücudun bir hapishane ve düşüncelerinle kendine kaçmak için tüneller kazıp duruyorsun. Nasıl bir firar hayal ediyorsun, bu kaçış nereye ne kadar sürer? Beni kendimin dışında ne bekliyor?

Bir ayna sadece yolu gösterebilir, orda ne göreceğin ve nereye doğru gideceğin sana kalmış. Ben orda sadece kendimi görebiliyorum ve kendimden hiç bir yere çıkış yok, bütün yolları tutmuşlar.

İki ifadesiz gözün altında hayata kırgın olduğunu imleyen kıvrımsız iki dudak. Açılsalar emin olun önemli hiç bir şey söylemezler. Bu oda nereye gider, bu evin sahibi kim, neler yaşandı bu dört duvar arasında, hiç bir şey... Sadece sen ve ben, benim müstakbel suretim.

Sen de bu odadaki diğer eşyalar gibisin. Burda öylece durup gerekli bir boşluğu doldurmaktan başka işin yok. Şu masa gibi senin de üzerine çeşitli yükler bırakıldı kimi zaman ya da duvardaki resim çerçevesi gibi sen de belli bir ânı dondurdun ahşap bakışlarında, belleğinin içine hapsettin anıları. Bazen de etejerin üzerindeki saat gibi hiç şaşmadan bütün gerekli gereksiz şeyleri yaptın. Sabahları kalktın, yüzünü yıkadın, kahvaltı ettin, işe gittin, çalıştın, yaşadın. Kurulmuş zamanların oldu senin de. Bir alarm zili gibi ağladın, avazın çıktığı kadar bağırdın, sonra belki bir zaman kurulmayı unuttun. Seni kurmadılar ve sen de durdun, şimdi bu dört duvar arasında aynaya bakmış kaçı kaç geçe durduğunu hesabediyorsun.

(Şimdi bu soyutlamaya meğilli ama küçük bir çabayla katılığı korunmuş üslubu bırakıp elimizdeki malzemeyi oda sıcaklığında erimeye bırakalım)

Sonra perdeler... Sararmış perdelerden odaya akan hayat sana tatlı bir şarkı gibi gelirdi. Minik mırıltılarla başlayıp nefes almadan söylenen bir şarkı gibi doyasıya yaşamak isterdin her saniyeyi. Her adımın yeni bir macera olduğunu düşünerek sokağı yavaş yavaş geçerdin, caddeye açılan sokağı, tam da gün batımlarında güneşin oradan battığını bildiğin sokağı... Sana güneşe doğru giden bir yol izlenimi verirdi bu sokak ve ister istemez adımların hızlanır, neredeyse koşarak bitirirdin yolu. ( Derken... )


Gün biterken yine tanıdık hayalkırıklıkları bırakır seni evine, dört tarafını dört hayaletin tuttuğu bir yolayrımıdır odan, her yere açılır, ama gitmek mümkün olmaz hiç bir zaman. Dağ başlarını hatırlatan bir yalnızlık hissi ve sırtında o dağların yüküyle çökersin gün batımlarında pencerenin önüne. Perdeler artık kül rengi. Ve sen, dönmesi beklenmeyen gurbetteki kişi, işte bu oda da her akşam, hiç bir yere gitmeyen bir kompartıman gibi seni burada beklemektedir, kıpırdamadan.

13 Mart 2007 Salı

Sorular Sormalı

akşam zehirli sarmaşık
gövdeme dolanır dalları

ondandır hüzne alışık
yüzüm ve biraz da sarı

ah o baharları erken açan lâleler
hiç görmediler yazları

gecikmişti bir kız kıyısına
deniz ondan mı böyle dalgalı?

böyle nereye sürüklüyor akıntı
kalbimdeki köhne sal'ı?

kalbimde henüz gidilmemiş
sessiz kıyılar olmalı

nasılda götürüyor eylül
peşinden sararmış bir baharı

aklına neler geliyor ki birden
kararıyor kasım akşamları

11 Mart 2007 Pazar

bir iki üç, söylemesi güç

bir
bir sırayla
döküldü boşluğa
senelerdir ve kendir
ipler sarkıtsak da
çıkaramadığımız nedir?

iki
de bir
sızar
iki damla
gözlerimizden
aklımıza ne geldiğinden ki?


üç
söylemesi güç
sırlar saklı kalsın
derken neden
fısıltılar yükselir
korkutucu ve ürkünç?

dört
anılarla flört
eden çıplak
düşlerin
üzerini ört
diye kim bağırıyor?

beş
sırtında kalleş
umutlar barındıran
ve leş
gibi kokan gelecek mi?

altı
üstü katı
bir tavır kaplı
yüzlerden zaatı
muhteremler
bize ne verdiler?

yedi
kimdi, kendi
başını yedi
ıslak gecelerde
güneşim dedi?

8 Mart 2007 Perşembe

acele etmekte fayda vardı

havada kuş izi var, arkadaşlar! demek ki
yaz geçeli çok olmamış buralardan
hem ipektenmiş hem de safran
sarısı gülleri takıp boynuna

ateşle tavlanmış bir kız gibiymiş,

endamı ufukta gök gürültüsü
bulutsu şalından yosun örgüsü
saçlarını savura savura geçmiş

ondandır bizdeki bu baş döngüsü

arkadaşlar burda birden çok eylül
dökülmüş peşinden terkedenlerin
ve çok göz yaşı!
gidene karşı
sallanmış mendiller, kurutulmuş gül

arkadaşlar nasıl da geçmiş bir ömür

2 Mart 2007 Cuma

günler geçiyor

günler geçiyor, günler ve sen
bir kadeh şarap gibisiniz şimdi
hangi bağbozumundan kalma idi
bu mahçup bakışlar bu ipeksi ten

günler geçiyor, günler bazen
senle veya sensiz... kalbim de kimsesiz
bir çocuk gibi ve yerli yersiz
ağlıyor nedense sen giderken

giderken senle günler peşinizden
denizleri sürükleyen yine hep benim
martılar haykırır diye bekledim
ıssız bir adayım, kara görünmeden

....

günler geçiyor, günler bazen
aşk kadar berrak sevgi kadar düz
bilmem bu ölçüyle nasıl örüldünüz
inceden bana, saçların ve sen

günler geçiyor, ve göçüp giden
bir kuş izisin yüzümde, yüzüm
kış sonraları hep düğüm düğüm
yazları tarif edemediğimden

günler geçiyor günler neden
bizi soruyor öbürümüze
hala bir yokuş çıkmadık düze
seni ararken kadehler ve ben

günler geçiyor, e geçsin madem